Tarihçemiz

  Ana sayfa > Hakkımızda > Tarihçemiz

KAYSERi'DEKi VAKIFLAR VE GAVREMZADE ABDÜLKADiR AĞA VAKFI

 Vakıf İslâmi bir müessese olup bir şahsın sahip olduğu mal varlığını (taşınır, taşınmaz mallarını) kendi mülkiyetinden çıkararak gelirlerini (kira ve kâr), Allah rızası için bir hayır hizmetine tahsisine denir. Arapça bir kelime olan vakıf durmak, durdurmak, durak. Buradaki anlamı malın miras veya satış yolu ile mülkiyetinin değişiminin durdurulması, yani artık vakfedilen malın ne vakfeden şahsın olması, ne de satış veya işgalle bir başka şahsa intikal etmesidir. Hayra tahsis vakfedilen malların kira gelirleri ve vakfedilmişse paranın kârıdır. Bu sebeple vakfedilen mallar alınıp satılmaz, herhangi bir şekilde mülkiyete geçirilmez ve buna müsade edilmezdir. Bu husus vakıfla ilgili yetkilileri alakadar ettiği gibi, bütün bir cemiyetin de buna karışma hakkı,müdahale yetki ve mesuliyetini ortaya koymaktadır. Ancak bu hususta ulemâ vakfın hayrına olmak şartı ile akarının (gelir kaynaklarının) gelir getirecek daha iyi bir mülkle değiştirilmesine cevaz vermiştir. Yani vakfın cami, mektep gibi hayratı hâriç olmak üzere tarla, dükkân gibi gelir getiren emlakı; daha çok gelir getirecek başka bir emlak ile değiştirilmesi söz konusudur. Bu uygulama eskiden olduğu gibi bugün de geçerlidir.

Vakfın dayandığı ayet ve hadisler vakıf hukukunda ve vakıfların senetleri olan vakfiyelerde belirtilmiştir. Vakıf uygulaması “Sizler en çok sevdiğiniz mallarınızdan sadaka vermedikçe tam Müslüman olamazsınız” mealindeki Ayet-i kerime nazil olduğunda, sahabenin birçoğunun çok sevdikleri mülklerini (fukaraya bağışlamaları ile başlamış olduğu kabul edilmiştir. Yine Hz. Peygamber'in (A.S.) meşhur hadisi olan “Kişioğlu ölünce amel defteri, üç gurup müstesna hariç kapanır. Bunlar, kendisinden sonra hayırlı bir evlat, faydalı bir ilim ve devam eden bir hayır eseri (sadaka-i câriye) bırakanlardır” hadis-i şerifinde geçen “devam eden hayır eseri” vakıf olarak değerlendirilmiştir. Vakıf kurulurken vakfedilen mallar ve bunların geliri ile yapılması istenen hayır şartları ve yine bu gelirlerle ihtiyaçlarının karşılanması amaçlanmış hayrat (cami, medrese, han, hamam, köprü, hastane, vs.) ın kıyamete kadar herhangi bir müdahale görmeden yaşayacağı, yani sürekli şekilde hayrın devam edeceğine inanılmış ve buna herhangi bir mâninin çıkmaması için, ayet ve hadislerle ikazlar yapılmış, tersine hareket edip vakfa zarar verebileceklere beddualar edilmiştir.

Vakıf uygulamalarının yukarıda bahsedildiği gibi İslâm'ın ilk dönemlerinden başlayıp ilk İslâm devletlerinde ve bilhassa Müslüman-Türk devletlerinde çok geniş alanda tatbikatları görülmüştür. Türklerde bütün camiler, medreseler, kervansaraylar, köprüler, hamamlar, çeşmeler, suyolları, hastaneler vakıf yolu ile devlet adamları ve halkın varlıklıları tarafından, kendi öz servetleri ile yapılmış ve bağışlanan gelir kaynakları ile de yaşatılması sağlanmıştır. Yani eskiden devlet bütçesinden herhangi bir cami, medrese, hastane vs. yapılmamış, hükümdar da olsa kendisine tahsis edilen mal varlığından ve hazinesinden bu hayırları vücuda getirmiştir. Bu sebeple devlet bütçesinden hemen hemen sadece memurun maaşı verilmiştir. Öyle ki, devletin halktan aldığı bir kısım vergilerin (avarız vergileri) dahi ödenmesi için varlıklı şahıslar tarafından vakıflar kurulmuştur.

Osmanlı döneminde ortaya konan belli meblağ paranın belli orandaki karının da vakfedilebileceği uygulaması, eski uygulamalara ek olarak getirilmiştir. Vakıf kurmak şu şekilde yapılmakta idi: Belli bir miktar mal varlığına sahip olan şahıs bunların tamamını veya bir kısmını vakfetmeye karar verince, bunların listesini ve nasıl bir vakıf kuracağına dair düşündüğü hayır şartlarını ihtiva eden ve adına “Vakfiye” denilen vakıf senedi (tüzüğü, yönetmeliği)ni hazırlatır ve bunu mahkemeye (kadıya) sunardı. Genellikle bir vakfiye Cenab-ı Hakk'a hamd ü sena, Hz. Peygamber (A.S.) ve yakınlarına selât u selamla başlar, sonra vâkıfın vakıf kurmak için dayandığı ayet ve hadisler ile yine ayet ve hadislerle delillendirdiği dünyanın geçici, ahiretin daimi olduğuna dair düşüncelerini ihtiva eden bir giriş bölümü yer alırdı.

Bunları belirttikten sonra vakfı yapanın babası, dedesi ve varsa çok eskiden mensup olduğu meşhur bir atasını ihtiva eden geniş künyesi çeşitli övgü sözleri ve sıfatlarla kaydedilirdi. Daha sonra asıl vakfettiği emlakin, yeri ve sınırları da belirtilerek yazımına geçilirdi. Hatta burada emlakin nasıl temin edildiği, kimden satın alındığı da yazılırdı. Bunlar tamamlandıktan sonra, yazılmış olan bu emlaktan alınacak kira gelirlerinden varsa, cami, medrese, imaret gibi hayratının ihtiyaçlarını ve görevlilerin maaşlarını, medrese veya mektepte bulunan hoca ve öğrencilerin tahsisatını tayin ederdi. Yine fukaraya mübarek günlerde dağıtılacak yiyeceklere, kendisi ve yakınları için Kur'an cüzlerini okuyacaklara ne kadar meblağ ayrıldığı kaydedilirdi.

Bunlardan artacak gelirin genellikle uygulanması âdetten olan 1 erkeğe karşılık 2 kız hissesi olacak şekilde öz evladına dağıtılması şartı yazılırdı. Vakfettiği bütün mallarının sahiplenmesi ve gelirlerinin toplanması ve koyduğu şartların değiştirilmeden tatbik edilmesi için kendisinden sonra vakfı idare edecek-genellikle büyük erkek evlat mütevelli'yi tayin ederdi.  Daha sonra vakfın doğru olarak kurulmuş olduğuna dair hâkimin vereceği karara geçilirdi. Burada Osmanlı vakıflarında bir mizansen uygulanırdı. Vakfı kuran "Vâkıf” vakfın kesinlikle kurulmuş olduğunu ortaya koymak için İmam-ı Azam Hazretlerinin görüşünü ileri sürerek, güya vakıf kurmaktan vazgeçtiğini ve mallarını yine kendi mülküne aldığını belirtir, Mütevelli ise İmam-ı Azam'ın öğrencileri İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'in görüşlerine dayanarak bunun mümkün olmayacağını, artık dönüşün olmadığını ve vakfın kesinlikle kurulmuş olduğunu belirten savunmasını yapardı.

Hâkim (Kadı) de mütevellinin fikrini kabul edip vakfın şeksiz ve şüphesiz kurulmuş olduğu kararını verirdi. Daha sonra yine ayete dayanarak (Bakara 181) vakfa zarar vereceklere beddua (Allah'ın, meleklerin ve insanların lâneti) edilir ve vakfın yapıldığı tarih, günü ve ayı ile yazılırdı. Vakfiyelerin sonuna ise genellikle müderrisler ve hocalar gibi ilim adamları ve devlet görevlilerinden başlamak üzere uzun bir şahit listesi yazılırdı. Büyük vakıflarda vakfı idare edecek mütevelli den başka “Nâzır” denilen denetleme elemanı ve “Câbi” denilen tahsildarlar da bulunurdu. Mütevelli yukarıda belirtildiği gibi genellikle evlattan büyük, doğru, layık olanların, evlat kalmaz ise şehrin hâkiminin tayin edeceği bir şahsın olacağı belirtilir ve mütevelli vakıf gelirlerinin tayin edilen bir miktarını tevliyet ücreti olarak alırdı. Şartlar içerisinde yine, istemeyerekte olsa evlat kalmaz ise gelirlerin başka hayır eserlerinin ihtiyaçlarına harcanması ve hacılarla her yıl Mekke ve Medine fukarasına gönderilmesi istenirdi.

Osmanlı Devleti'nin son zamanlarında vakıfları idare etmek ve kontrol altına almak üzere 'Şeriye ve Evkaf Nezareti” kurulmuştu. Cumhuriyet döneminde bu nezaretin (bakanlık) görevi, kurulan Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne devredilmiştir. Vakıflar Genel Müdürlüğü bugün evladı ve emlakının çoğu kalmamış vakıf (mazbut) mallarının mütevelli gibi idaresini, evladı ve Mütevellisi bulunan vakıfların (mülhak) da denetimini yapmaktadır. Gavremoğlu vakfı da bu ikinci gurup mülhak vakıflarındandır. Gavremzâde Hacı Abdülkadir Ağa Osmanlı döneminde 18.yüzyılda yaşamış Kayseri eşrafından olup büyük bir mal varlığına (hemen hemen) sahip olmuş ve bunları ayrı yıllarda yazdırdığı dört vakfiye ile vakfetmiştir.

Burada gerçekten bu kadar emlaki satın alabilecek maddi varlığa ulaşabilmesi dikkat çekicidir. Kayseri'de Selçuklulardan itibaren çok miktarda vakıf yapılmış ve birçok hayrat meydan getirilmiştir. Osmanlı döneminde bilhassa 16. yüzyılda çok miktarda vakıf kurulduğu görülmektedir. 18.yüzyılda Osmanlı devletinin iktisaden zayıfladığı ve bunun da eyaletlere yansıdığı bir dönemde vakıf kuranların sayısında tabii ki azalma görülmektedir. İşte 18.yüzyılda Kayseri'de öne çıkmış eşraftan Gavremzâde Abdülkadir Ağa büyük bir vakıf meydana getirmiştir.

Vakıflar 18 ve 19.yüzyıllardan itibaren devletin iktisadi çöküntüsüne paralel olarak yavaş yavaş güç kaybetmeye ve yok olmaya başlamışlardır. Emlakın gelirleri ile hayır şartlarını ve hayratın bakımını yapamaz duruma düşen mütevelliler, emlakin elden çıkararak bedeli ile bu ihtiyaçları gidermeye çalışmışlardır. Buna da Osmanlı Devletinin son zamanlarında icareteyn ve mukataa (mülkiyet vakfiyede kalıyor gibi olup kullanma hakkının süresiz şahıslara devri) uygulamaları ile bir bakıma kılıf bulunmuştur. Hele Rumeli'de kaybolan topraklarda emlakı olan vakıflar tamamen çökmüştür. Bu sebeple Kayseri'de birçok vakfın cumhuriyetin başına kadar harap hayratından başka hiçbir akarı kalmamıştır. İcareteyn uygulaması ile tamamına yakını vakıf olan Kapalı Çarşı özel şahısların eline geçmiştir. Ayrıca iktisadi hayatın çökmesi sebebi ile Osmanlı Devletinin son zamanlarından 20.yüzyılın ortalarına kadar Kapalı Çarşının birçok sokağı terk edilip boş kalmıştır. Cumhuriyetin başlangıcında ise yanlış olarak vakıflarca bir kısım eski eser bina (medrese ve hamam gibi) cüzi bedellerle satılıp şahıslara geçmiştir. Sonradan daha da harap hâle gelen bu binalar yeniden istimlâk edilerek kurtarılmaya başlanmıştır.

Vakıfların yok olmasındaki bir önemli sebepte inançlara değer vermeyen maksatlı mütevelli ve evladın cedlerine ait vakıf emlakını zimmetlerine geçirmeleri, buna da devrin idarecilerinin ve yetersiz vakıf görevlilerinin göz yummaları olmuştur. Esasen çöken Osmanlı İmparatorluğunda vatan kaybedilirken vakıf meselesi teferruatta kalmıştır. Yine de halkın geneli vakfın kutsiyetine olan inancını kaybetmemiş, herhangi bir emlaki alıp satarken menşeinin vakıf olup olmadığına çok dikkat etmişlerdir. Meşhur darbimesel; “Vakfın mumunu yiyen kedinin gözü kör olur” inancı hayatlarına yön vermiştir.

   MÜLHAK vakıflar; Osmanlı Devleti'nden kurulmuş sonrasında Türkiye Cumhuriyeti'ne tüm vakfiye emirleriyle devirolmuş vakıflardır. 5737 sayılı Vakıflar Kanununa göre, mülga 743 Sayılı Türk Kanunu Medenisi’nin yürürlük tarihinden önce kurulmuş ve yönetimi vakfedenlerin soyundan gelenlere şart edilmiş vakıflara mülhak vakıflar denilir Şeyh İbrahim TENNURİ Hz.

Kaynak: TDV İslâm Ansiklopedisi


GAVREMOĞULLARI XVII. ve XVIII. yüzyıllarda Kayseri’de öne çıkan önemli ailelerden birisidir.Gavremzade ailesi vakıfları ile birlikte bugün de devam etmektedir.Aile genellikle Gavremoğlu,Şişli ve Kulkuloğlu soyadlarına sahiptirler.Vakfın kurucusu Abdülkadir Ağanın konaklarının bulunduğu mahalle Hunat mahallesi yanında Gavremoğlu mahallesi ismini almış ve uzun yıllar bu isim yaşamıştır.Ancak şehrin son uygulamalarında bu mahalle,bitişiğindeki diğer mahallelerle birlikte kaldırılmış ve hepsini içine alan Hunat mahallesi oluşturulmuştur.Abdulkadir ağanın mahalle içinde ve vakfiyesinde de uzun uzun tarif ettiği birinci konağı daha sonra (herhalde akrabalıktan) eşraftan Mollaoğulları'na geçmiştir. Saraceddin (vakfiyede geçen Küçük Hunat) Medresesi bitişiğinde olup eski eser olarak tescil edilmiş bu evin son sahiplerinin ilgisizliği ve hatta yıkma teşebbüsleri neticesi iyice harap ve yok olma haline gelmiş ve son kalıntıları maalesef 1985 lerde tamamen ortadan kaldırılmıştır.Buna yakın olan Gavremoğlu'nun ikinci konağı ise yine tescilli eski eser olduğu halde yıkılıp tamamen yok olmak üzeredir.Sofasında bulunan Kayseri'nin en güzel ahşap işçiliğine sahip zarları 20 yıl kadar önce,İstanbul da bu işe merak salmış Türkiye'nin meşhur iş adamlarından birinin adamları tarafından sahiplerinden satın alınarak gizlice sökülüp götürülmüştür.Ev bu hali ile de kurtulabilme şansına sahiptir.Şu anda da Büyükşehir Belediyesi restorasyon çalışmaları devam etmekte olup konak eski haline getirilmektedir.

Vakfın son mütevellisi evlattan İnşaat Mühendisi Naci Gavremoğlu'dur. Naci Gavremoğlu Belediyelerle yaptığı bir kısım anlaşmalarla vakıf arazilerini çoğunu imar parsellerine dönüştürmüş ve vakfı iyi bir gelire kavuşturmuştur.Ondan evvelki mütevelli rahmetli İnşaat Mühendisi Yılmaz Gavremoğlu Abdulkadir Ağa'dan sonra vakfın ikinci kurucusu olmuştur.Çünkü ona gelinceye kadar vakıf emlakı,bilhassa evlat olduğunu iddia eden bir kısım şahıslarca mülkiyetlerine geçirilerek nerde ise tamamen yok edilmiş iken,Yılmaz Bey ömrünü bunlar hakkında açtığı davalarla tüketmiş ve emlakın bir çoğunu tekrar vakfa tescil ettirerek vakfın yaşamasını sağlamıştır.